Hayatın Anlamı ve Psikoloji Üzerine

İnsanın bir ruhu olduğu fikri oluşmadan önce bedensel hastalıklar dışında hiçbir durumu tedavi etme yoluna gitmemiş insanlar. Hatta o kadar ki anlaşılmayan hastalıklar üzerine kafa yoramayan bu şarlatanlar herkesi cadı diye yaftalayarak katledilmelerine sebep olmuş. Bir kaç bilim insanı bunu dile getirmiş olsa da ciddiye alınmamış ve yitip gitmiş fikirler. Taki dinler gelip insanların içinde bir ruh olduğu fikrine çoğunluğu ikna edene kadar. Her dönem olduğu gibi bilimin söylemleri dinin söylemleri kadar etkili olamamış. Muhtemelen insanların anlam veremediklerini yok sayma reflekslerinden ötürü. Uzunca bir süredir ruh üzerine yapılan çalışmaların ardından doğan psikoloji bilimi tüm insanlık için bir çıkış yolu olmuş sonunda. Sorun şu ki kendini bir tıp bilimi olarak kabul ettiren psikoloji, sadece tedavi amaçlı kalıplaşmış bir teknik olarak kalmış. Aslında tüm hayatımızı oluşturan beyin (biz) ve gerçeklik (dışımızdakiler) olgularının anlaşılması için büyük bir anahtar olmasına rağmen, gereken değeri görememiş. Öyleki günümüzde psikologlarla deliler arasında insanların kafasında doğrudan bir bağlantı var. Deli doktoru olarak görülen psikologlar, aslında gidilmemesi gereken ve üzerine konuşulması can sıkıcı bir tabu haline dönüşmüş durumda. Benimde üzerinde durmak istediğim konu zihnin işleyişi ve ruha etkisidir.  Varsayım ise gerçekliğin insan zihninden başka bir şey olmayışıdır. Yazının sonuç kısmını buraya yazarak aslında nereye varmak istediğimi anlayıp yazıyı bu fikir çerçevesinde okursanız daha anlamlı olacağına inanıyorum. Gerçeklik bizim yarattığımız bir tasarımsa eğer neden istediğimiz mutluluğa kavuşamayalım?

Dr.Phill Stutz ve onun yöntemleri hakkında çok verimli bir film izledim Netflix’te ve doktorun makalelerini hepimizin anlayacağı dile çevirerek varsayımımı delillendirmeye çalışacağım. Öncelikle asıl kahramanı tanıtayım. Hocamız dünyaca ünlü bir psikolog. Ve O’nu diğerlerinden ayıran şey kullandığı yöntem ve teknikler. En başta geleneksel psikolog ve hasta yaklaşımına karşı çıkıyor. Danışanlarını sadece dinleyerek tedavi edebileceklerini inanan yaklaşımları reddediyor. Ve gayesi şu ki danışan daha ilk seansta aslında her şeyin değişebileceğine inanarak odadan çıkmalı. Onları sadece dinlemek hayata bağlamaya yetmeyecek. Asıl mesele Onlara yol göstermek. Onlarla profesyonel ve soğuk bir ilişki kurmak yerine samimi ve sıcak ilişkiler kurmak istiyor. Ki zaten belgeseline çeken yönetmen de kendi danışanı Jonah Hill. Phill Stutz’ı örnek gösterme amacım kendi varsayımımla O’nun görüşlerinin örtüşüyor olması. Ve bu görüşlerin yazıyı okuyan insanlara bir şeyler katması dileğiyle kaleme alıyorum. Gelelim bize verdiği tavsiyelere.

İlk olarak insanların kabul etmesi gereken kural: Ruh halimizin asla sonsuza kadar aynı kalmayacağı gerçeği. Burada kastedilen durum insanların acı ya da kayıp durumlarında yaşadıkları psikolojik ruh hallelerinin aslında gelip geçici bir durumdan ibaret olduğu gerçeği. Ki geleneksel psikoloji de duruma böyle baktığı için insanları bu süreyi atlatmaları konusunda yardımcı olacak ilaçlarla (Prozac gibi) tedavi etmeyi amaçlıyor. İnsanların unutma refleksleri aslında beynin kötü olayları sadece bir anı olarak kalmasını ve yaşanan acıyı hatıradan ibaret duruma getirmelerini sağlıyor. Düşünsenize yaşadığınız acıların duygularıyla birlikte hatırlandığını. İnsan böyle bir durumda acıya takılıp kalır ve hayatına asla devam edemezdi ve eninde sonunda bu acı hayata son verme yolunu seçerdi. Tolstoy’un da dediği gibi : ‘İyi bir hafıza, en büyük cehennemdir.’ Bu gerçeği kabul etmek bize acılarımızla baş etme gücü verecek ve yolumuza daha güçlü devam edebilmek için gerekli becerileri sağlayacak. Stutz’ın en büyük önerisi ise insanın hayat enerjisini odaklanması ve onu olabildiğince güçlü tutmayı başarabilmesi. Çalışmalarının devamında vereceği tavsiyelerin tamamı bu fikri sağlayabilecek araçlardan oluşuyor. Çalışmalarının tamamını içeren bir yazıya dönüşmemesi adına ben sadece fikrimi destekleyen argümanları kullanma tasarrufuna gittim. Dilerseniz siz ayrıca kendi kitabını ve makalelerini de okuyabilirsiniz. 

Stutz’ın danışanları ile bağ kurmak adına kullandığı en önemli aracı his kağıtları. Konuşmanın başından itibaren hem kendisinin hem de danışanlarının yanında çizim yapabilecekleri boş kağıtlar bulunuyor. Bu kağıtlar iki tarafında duygularını bir şekle benzetmelerini ve birbirlerine konuşmadan da anlatabilecekleri şeyleri aktarmalarını sağlıyor. İnsanların herhangi bir şeyi öğrenmeleri aslında beynin varolan şeyleri görsellerle zihnine kaydetmesiyle sağlanıyor. Bunu kendinizde de deneyebilirsiniz. Örneğin kitap okurken ağaç kelimesini gördüğünüzde ister istemez zihniniz bu kavramın görselini canlandırmanızı sağlıyor. Bu da öğrenmelerimizin görselleştirme tekniğiyle oluştuğunun en büyü kanıtı. Bu durum aslında duygularımızında bu şekilde kaydedilmiş olabileceği savını doğuruyor. Aslında beyin büyük bir ressam edasıyla bizim tüm yaşantımızı resimlerle kayıt altına alıyor. Sav doğru olmasa bile resmin duyguları anlatmada bir araç olduğu gerçeği yadsınamaz. Nasıl ki bir ressam aslında çizim esnasında duygu durumunu bize fırça darbeleriyle anlatıyorsa, danışanlarda pekala duygularını basit bir çizgiyle karşı tarafa aktarabilir. Bu yöntem günlük hayatımızda anı biriktirmemizi ve duygusal değişimimizi daha sonrasında görmemizi sağlayabilir. Bu açıdan gayet mantıklı ve kullanışlı bir araç. Öğretmenlik tecrübelerimde de kullandığım bir yöntem bu. Eğer ders sıkıcılaşmaya başlamışsa öğrencilerden biri mutlaka defterine bir şeyler karalamaya ya da durduk yere imza atmaya başlar. Bilirim ki dersten kopuş başlamıştır ve hemen dikkatlerini çekecek bir konu açarak dikkatlerini tekrar bana vermelerini sağlarım. Özetle çizim bir insanın zihni hakkında bize bir çok bilgi sağlayabilecek bir araçtır ve kesinlikle kullanmaya değer. 

Stutz insan yaşamını bir üçgene benzetiyor. Üç basamaklı bir üçgen. En alt basamağı beden. Orta basamak diğer insanlar ve onlarla kurduğumuz ilişkiler. En üst basamak ise o kendi benliğimizi oluşturuyor. Stutz bedenimizi her daim sağlıklı tutmayı, diğer insanlarla olan ilişkileri bir basamak gibi görmeye, kendi benliğimizle ise hayat enerjimizi yakalamamızı tavsiye ediyor. Ruh ve beden arasında dengeli bir ilişki var. İnsan bedeni ne kadar sağlıklıysa ruhunu, ruh ne kadar sağlıklıysa da bedenini olumlu etkiliyor. Aristoteles’in ölçülü olma tavsiyesinden tutunda dinlerin hayat dengemizi yakalamamızı öğütlemesinde ki amaç aslında tam olarak bundan ibaret. Yeteri kadar yemek yeteri kadar uyumak ve yeteri kadar hareket etmek tüm bedeni canlı ve dingin tutmaya yetecektir. Günlük hayata uygulayabileceğimiz birinci planımızın uyku saatlerini düzenlemek olması gerekir. Her gün belli saatlerde uyumak ve belli saatlerde uyanmak ruhumuzu düzene sokacaktır. Aynı şekilde ne fazla zayıf olmak ne de fazla kilo olmamak adına gerektiği kadar öğünlerimizi düzenlemeliyiz. Düzenli bir uyku çekmek ve hazımsızlık çekmemek adına bütün diyet programları akşam 6-7’den sonra yemek yemeyi yasaklar. Yine günlük spor yapmak adına yapılabilecek bir sürü seçeneğimiz var. Hiçbirini yapmak gelmese bile içimizden basit bir şekilde yürüyüş yapabiliriz. Çünkü beden yeterince yorulmadan yatağa girdiğinde tatmin olmayacaktır ve olumsuz fikirler gecemizi mahvedecektir. Nietzsche der ki: “Öyle kolay bir sanat değildir uyumak onun uğruna bütün gün uyanık durmak gerekir. Günde on kez altetmelisin kendini; bu iyi bir yorgunluk verir ve canın afyonudur.” Özetle uyku, yemek ve spor planınızı oluşturmak ruhunuza yapabileceğiniz en büyük iyilik olacaktır. Üçgenin orta basamağı olan ilişkilerimiz ise bizleri hayata bağlayan tutamaklarımızı oluşturuyor. Bedenimizdeki dengeyi sağladıktan sonra bizi etkileyebilecek olan en önemli şey içinde bulunduğumuz çevre. Bu çevre bizim hem zindanımız hem de kendini gerçekleştirme yolundaki basamaklarımız. Çevreniz ister aileniz, ister okulunuz isterseniz de iş arkadaşlarınız olsun. Bu insanların duygu durumları bizi doğrudan etkiliyor. Basit bir örnekle şunu söyleyebilirim kendi adıma. Büyük bir enerjiyle derse girdiğimde karşımdaki öğrenci grubunun o anki duygu durumu dersin gidişatını etkiliyor. Eğer öğrenciler bir önceki dersi verimsiz geçirdilerse bu durum yüzlerinden açıkça okunuyor ve bu olumsuz yanlarını bana da yansıtarak dersimin yer yer verimsiz geçmesine sebep olabiliyorlar. Bunu farkettiğimde yaptığım ilk şey tıpkı dersten kopan öğrencilerde olduğu gibi dikkatlerini toplayabilecek ve enerjilerini tekrar yakalayabilmelerini sağlayacak bir konu açıp onların yoğunlaşmasını sağlamak. Kendimizle savaşmamız yetmiyor. Çünkü bu savaş sadece mikro ölçekli değil çevremizle birlikte makro ölçekli bir savaş. Nasıl kendi savaşımızı yürütmeyi becerebiliyorsak onlarla olan savaşımızı da yürütmeyi becerebiliriz. İlişkilerimiz bize sadece olumsuzluklar bahşetmiyor tabiki. İlişkilerin en faydalı yanı acı hislerimizi tek başımıza taşımak zorunda olmayışımız. Aristoteles’in dediği gibi “İnsan sosyal bir hayvandır.” Bu sosyallik hem bizi hayata bağlar hem de bize savaşmak için bir neden sunar. Bu sayede değer kazanır ve bu sayede olgunlaşırız. Depresyon halinde yapabileceğiniz en iyi etkinlik diğer insanları kullanmak olmalıdır. Kullandığınız insanın ilgi çekici veya sevdiğiniz biri olmasına gerek yok. Buradaki amaç o insanla geçirdiğin vakit sürecinde acının yarattığı depresyon durumundan uzaklaşmak ve bu duyguyu unutma sürecine girebilmektir. Bu insanları kullanmak kötü bir argüman gibi gelebilir. Ama düşündüğümüzde ilişkilerin tamamı aslında kıyısından köşesinden bir çıkar durumundan doğar. Yani hiç ihtiyacımız yokken yeni biriyle tanışmayız. Ya da sebepsiz yere birine aşık olmayız. Bu ilişkiler bizdeki eksiklikleri giderdiği için kurulan sosyal durumlardır. Özetle depresyon durumundan ya da acı durumundan kurtulmak için olabildiğince sosyalleşmekte fayda var. Böyle bir şey söz konusu olmasa bile sağlıklı bir yaşam sürdürebilmek için sosyal kalmaya devam etmeliyiz. Sosyal hayattan kendinize zaman ayırma etkinlikleri dışında kopmamaya dikkat edin. Üçgenin en üst basamağı ise her şeyimizle “Biz”i oluşturuyor. Aslında başından beri korumaya çalıştığımız, O’nun için savaş verdiğimiz “Ben”imiz. İster Freudcu bir yaklaşımla “Ego” diye tabir edin isterseniz dinlerin yoğunlaştığı “Ruh” kavramı ile nitelendirin. Bizi her şeyimizle kapsayan bir küreden bahsediyorum. İhtiyacımız olan bu ben’imizin hayat enerjisini yakalamak ve bu enerjiyi hiç kaybetmemeye çalışmak. Savaşımızın tek amacı bu enerjinin yitip gitmesini engellemektir. Buraya kadar anlattığımız ve bundan sonra anlatacağımız şeylerin genel itibari ile tek amacı bu enerjiyi koruyup kollamak olacaktır. Verilen tavsiyelerin tamamı bu yolda size sunulan bir alet çantası aslında. İçeriği savaşımız boyunca kullanacağımız bir sürü araçtan oluşan bir takım çantası. Yazarların ve Psikologların ruhu eğitmede kullanmayı önerdiği en büyük araçlardan biri de yazmaktır. Buradaki yazmak insanın kendisini tanımasına ve gelişimini görmesine yardımcı olmak amacıyla yapılan bir faaliyet. Profesyonel bir etkinlik olarak önerilmiyor. Yani yazarken strese girmenize gerek yok. Sadece yazın. Anınızı, duygularınızı, kim olduğunuzu yazın. Kendinizi kendinize anlatın. Kendinize dahi anlatamadığınız şeyleri yazarak anlatmayı öğrenmek size içinizi boşaltmada fayda sağlayacaktır. Yazarken aslında kendinize dışardan bakarak duygu durumunuzdan da soyutlanmış olacaksınız. Ve iyileşmek için zaman kazanacaksınız.

Zihnimizdeki olumsuz fikirleri yenebilmek için milyonlarca yazılmış kişisel gelişim kitabı vardır. Ama bunlardan hiçbiri bir başarı sağlayamamıştır. Paradoks şu ki bu kitapların yazarlarının hayattaki tek başarısı bu kitapları yazmak olmuştur. Ve bize hiçbir şey katmayacağı bir gerçektir. Şahsi olarak şunu söyleyebilirim ki insan kendini kabul etmediği sürece asla başarılı olamayacaktır. Stutz da benimle aynı fikir de ve bu görüşünü “X tarafı” teorisiyle açıklıyor. Bu görüşü daha önce Prof.Steve Peters’in Şempanze Paradoksu kitabında da okumuştum. Olay şu ki bizim aslında bizim dışımızda sevmediğimiz bir kişiliğimiz var. Bu kişilik antisosyal, değişmekten korkan, bazen şişman bazen sivilceli bazen de çirkin yani kabul etmediğimiz benliğimiz. Utandığımız ve herkesten sakladığımız kişiliğimiz. Diğerlerinin yazdığı yenme üzerine kitapların işe yaramaması da bundandır. Çünkü yenmeye çalıştığımız şey aslında bize ait olan ve onunla yaşamak zorunda olduğumuz anılarımız. X tarafını bizim karanlık tarafımız olarak nitelendirebiliriz. Bu karanlık taraf bizim için bir fırsat. Çünkü o olmasaydı şuanki olduğumuz kişi olamazdık. Biz onunla olan savaşımız sayesinde kendimiz olabiliyoruz. Savaşımız bizi geliştiriyor. Bunu karanlık olmasaydı aydınlığın kıymetini bilemeyeceğimiz gerçeğiyle açıklayabiliriz.

Gerçekliğin üç ana ögesi var Stutz’a göre. Bunlar acı, belirsizlik ve daimi çaba. Bu üç şeyle baş etmeye çabalıyoruz sürekli olarak. Ama kaçırdığımız nokta şu: bunlar bizim asla yenemeyeceğimiz ve hayatımızın ortasında olan gerçekliklerimiz. Bunu kabullenmemiz tavsiye edilmiyor ama. Yapmamız gereken bunlar savaşmaya devam etmek ve bu savaşın kendisini sevmeyi öğrenmek. Asıl başarı sürecin kendisinden zevk almak. Karl Jaspers “Felsefe yolda olmaktır” der. Eğer yolun bir sonu olsaydı, tüm heyecanıda yitip gidecekti. Tıpkı ölüm gibi. Ölmek fikrine yoğunlaştığımızda hayattan nasıl zevk alamıyorsak bu sürecin biteceği fikride savaşı anlamsız kılıyor. Bir dağcı düşünün. Zirveye ulaştığında hayatının tüm anlamı elinden kayıp gidiyor. Peki neden tekrar tekrar tırmanmaya devam ediyor? Çünkü O’nun aslında sevdiği şey zirveye giden yolda yaşadığı süreç. Tüm zevkin bu süreçte olduğunun farkında. Bizim de acıyla, belirsizlikle ve bu daimi çabayla savaşırken yaşadığımız süreçten zevk almayı öğrenmemiz gerekiyor. Bu bizim için aynı zamanda bir fırsat. Yaşadığımız zorluk ne kadar büyük olursa elimizdeki bizi olgunlaştıracak fırsat da o kadar büyük oluyor. Acı, bizim ruhsal ve bedensel kötü duygularımızı ifade ediyor. Birini kaybetmek, ameliyat olmak, bir çocuğun sevdiği oyuncağının kırılması… Tüm bunlar bize farklı boyutlarda acı veren yaşantılardır. Hata burdaki acıların boyutlarının kıyaslanmasıdır. Çünkü bir çocuğun oyuncağını kaybetmesi sonrası yaşadığı yoğun duygu durumu ile bir yetişkinin sevdiği bir insanı kaybetmesi sonrası yaşanan duygu aslında aynı derecede ruhta iz bırakır. Ve bu iz yaşanan dönem atlatıldığında yoğun duygu durumunun kaybolması ve bir anı olarak hafızaya kaydedilmesidir. Bizim kavramamız gereken şey bu dönemlerin geçici olduğudur. Onları bastırmak yerine, bize kattıklarına odaklanmalıyız. Bizi biz yapan şeyin yaşantılarımız olduğu gerçeği, acıyla olan savaşımızda en büyük silahımız olmalıdır. Belirsizlik kavramını ise yaşantımız içinde bizi bekleyen ve her zaman kafamızı kurcalayan bir bilmece olarak değerlendirebiliriz. Sınava çalışırken alacağımız notlara odaklanmak, yeni bir işe başlarken yaşayacağımız olayların bilinmezliği bizi sürekli bir kaygı ve stres durumuna sokacaktır. Bilinmez olanın bu kaygı verici yanı bizi her daim rahatsız edecektir. İşimizde ne kadar profesyonel olursak olalım her başlangıçta bu kaygıyı yaşamaya devam edeceğiz. Bize düşen bu belirsizlik gerçeğini kabul etmek ve bu gerçekle yaşamayı öğrenmektir. Zaten geleceğe dair yaşanacakları önceden biliyor olsaydık yaşadığımız sürecinde bir önemi kalmayacaktı. Filmi değerli kılan önceden sonunu bilmiyor oluşumuz değil mi? Spoiler bilgilerden kaçma çabamız da buna örnektir. Belirsizlik gerçeğini stres ve kaygı sebebi olmaktan çıkarıp bir heyecan ve enerji sebebine dönüştürebilirsek bu gerçeklikle de rahat bir şekilde savaşımızı sürdürebiliriz. Üzerinde duracağımız son gerçeklik ise daimi (sürekli) çabadır. Daimi çaba savaşımızın biz ölene kadar süreceği fikrinden doğmuştur. Başından beri savunduğumuz karanlık tarafı yok etmek yerine onunla savaşmamız ve bu savaşın sonsuza kadar devam edeceği fikri argümanımızın ana savını oluşturuyor. Acı ve belirsizliğin asla bitmeyeceği gerçekliği fikrini kabul ettikten sonra, daimi çaba gerçekliği ile birlikte bu sürece hazır olma yoluna çıkmamız gerekiyor. İçimizdeki karanlıkla olan bu savaşımızın artık bize acı vermesine gerek yok. Belirsizlikten kaygı duymak yerine heyecan duymaya kendimizi hazırlamalıyız. Bu sürecin sonsuza kadar süreceği gerçeği ile sürekli olarak kendimizi güçlü tutmayı öğrenmeliyiz. Gerçekliğin üç ögesi; acı, belirsizlik ve daimi çaba kavramlarını anlamak zorundayız ve lehimize kullanmalıyız. Temel sav budur. 

Takım çantamızda sunabileceğimiz diğer araçlara dönersek yine Stutz’ın ‘İnci dizisi’ kavramı doğrultusunda kendi fikirlerimle devam etmek istiyorum. İnci dizisi, eylemlerimizin her birini diğerleriyle birlikte bir bütünlük içinde bize sunan bir inci kolyeyi tasvir ediyor. Her yaşantımız aslında birbirini tamamlayan bir bütünlük içinde. Yani olumsuzluklar olmasaydı şuan ki bütünlüğümüz olmayacaktı. Bizi biz yapan her eylemimizin ardından yaşadığımız tecrübelerimizdir. Başarısız olsakta dizmeye (eylemlerimizi gerçekleştirmeye) devam etmeliyiz. Belirsizlikle baş etmek özgüvenin ta kendisi. Mesele devam edebilmek. Durmamak. Şuan ki kişiliğimiz zamanında yaşadığımız olumsuzlukların ardından oluşan güçlü benliğimizdir. Her acı sonrasında daha güçlü daha yıkılmaz bir benlik oluşturuyoruz. Karanlık tarafı sevmek fikri de tam buradan geliyor. O olmasaydı bir hiç olacaktık. Bu yüzden onu kabul etmemiz gerekiyor. Bu savaşımızda bizi en çok destekleyecek fikirlerden biri de budur. 

Peki karanlık tarafı sevmek için neler yapabiliriz? Prof. Peters, bunun için bize içimizde ilkel benlikle (şempanzemizle) ara sıra konuşmamız gerektiğini öğütlüyor. Aynı fikri Stutz’da da görüyoruz. Gölge aracını bunun için kullanmamız gerektiğini söylüyor. Gölge, karanlık tarafımızın içimizde kapladığı yeri ifade ediyor. Bu gölgeyi görmezden gelmek bilinçaltımızı olumsuz etkiliyor. Ondan kaçmak onu daha güçlü kılıyor ve hiç istemediğimiz bir anda yönetimi devralarak bizi kaçtığımız duygu durumuna geri çekebiliyor.  Atladığımızı zannettiğimiz ergenlik sorunları, rezil olduğumuzu hissettiğimiz bir an ya da tüm utançlarımız diye özetleyebiliriz. Gözlerinizi kapatın. Ve bu gölgeye odaklanın. Ona istediğini sorun. İlgilenin ve onunla bütünleşin. Dışlamayın. Birlikte yaşamayı öğrenin. Unutmayın. Bu gölge sizden başka bir şey değil. Sizin kişiliğinizin ta kendisi. Onunla ancak ilgilenerek savaşabilirsiniz. Direkt olarak konuşmayı başaramıyorsanız, yazın. Nasıl ki bir roman okuduğumuzda karakterlerle ilgili romanın başında analiz okuruz. Sizde aynı şekilde onu yazınızda karakterize edebilirsiniz. Karakteri tanıdıktan sonra ona neyin iyi gelebileceğini bulmanız daha da kolaylaşacaktır. Ondan utanmayı bırakın çünkü o olmasaydı siz de olamazdınız. 

Stutz, yanılsamalar diyarı diye adlandırdığı bir araçtan söz ediyor. Bahsettiği araç aslında bizim başından beri anlatmaya çalıştığımız bir gerçekliği kavramlaştırmaktan başka bir şey değil. Bu gerçeklik, tüm insanların aynı şeylerle savaştığı gerçeğidir. Kimsenin kusursuz olamayacığını bil. Her şey bombok olabilir. Ve sen bununla yaşamayı öğren. Dersten başarısız olan bir öğrenciyi düşünün. Ailesine yapacağı savunma genel itibariyle tüm sınıfın dersten kaldığı savı olacaktır. Bu sav hepimizin zaman zaman kullandığı bir savunma mekanizmasından başka bir şey değil. Bu mekanizma sayesinde içinde bulunduğumuz başarısızlık duygusunun etkisini en aza indirgiyoruz. Bu savaşın herkes tarafından yaşandığı gerçeği de aynı bu örnekte olduğu gibi bizi başarısızlıklarımızda daha az etkileyecektir.

Araçlarımızdan bir diğeri adaletsizlik karşısında savaşımızda bize yardımcı olacak olan labirent kavramı. Herhangi bir haksızlık karşısında x tarafımız adalet ister. Ve bu duygu tatmin edilmediği sürece bir kısır döngüye gireriz. Önünde iki seçenek vardır. Ya yoluna devam edersin ya da labirentte kalmaya. Faydalı olan yoluna devam etmektir. Haksızlığa uğrayan tek kişi biz değiliz hayatta. Ve bazen hakkımızı almak imkansızdır. Çünkü karşımızdaki erk her zaman baş edebileceğimiz seviyede olmayabilir. Bu durumda sinirleniriz ve içten içe kendimizi bitirmeye başlarız. İşte böyle durumlarda şunu düşünün. Asla yenemeyeceğiniz bir güçle defalarca savaşmayı denemek mi yoksa yolumuza devam edip o güce ulaşmaya çalışmak mı? Tabiki de doğru olan incileri dizmeye devam etmektir. Diğeri kısır döngüden ve yok oluştan başka bir şey değildir. Bu araçla birlikte kullanabileceğimiz bir diğer araç ise ‘aktif sevgi’ dir. Stutz yöntem olarak bize meditasyonu öneriyor. Şöyle ki: Tüm evrenin sevgi dolu olduğunu hayal edin. Ardından bu enerjinin içinize doğru dolduğunu düşünün. İçinizde biriken bu enerjinin bir ok gibi en sevmediğiniz insana fırladığını hayal edin. Ve şuna odaklanın; en sevmediğiniz bu adamı bile sevebilme ihtimaliniz varken labirentte kalmak niye? Kendinize şunu sorun: Haklı mı olmak istiyorsunuz yoksa bir şeyler yaratmak mı? Hayat ilerliyor. Durmanın anlamı yok. Her şeyden şikayet edebilirsiniz ama şikayet etmek size hiçbir şey kazandırmaz. Yolunuza devam etmek ise başarısız olsanız bile size tecrübe kazandıracaktır. Bir hiç uğruna eldeki ‘1’ den olmayın.

Başarısız olmak için elimizde bir sürü fırsat var. Peki neden denemekten kaçıyoruz? Başarısız olmak neden bizi korkutuyor? Amacımız bir hayvan olarak sürekli adım atmak ve yeni şeyler öğrenmek değil mi? Bu sayede insan olmaya çalışmıyor muyuz? Gayemizin anlaşılması çok önemli. Biz durduğumuz anda her şey biter. Durmamayı bir hayat felsefesi (motto) haline getirmeliyiz. Denemekten vazgeçmemeliyiz. Başarısızlık durumunda kendimizi suçlamak yerine bunda işimize yarayacak bir şey bulmayı refleks haline getirmeliyiz. Bahsettiğim şey pollyannacılıkla karıştırılmasın. Başarıya giden yolun başarısızlıktan geçtiği gerçeğini kimse inkar edemez. Size burda yüzlerce başarılı bilim insanı ismi sayabilirim. Ya da baştan sona Atatürk’ün hayatından bahsedebilirim. Bu gerçek siz kabul etseniz de etmeseniz de var. Bunu kabul ettiğinizde odaklanmanız gereken tek şey kalıyor geriye. Bütün bu olayların içinde işinize yarayacak bir değer aramak. Fırsatlar alemin girişin anahtarı bu. 

Stutz’ın bize sunduğu son iki araç ise minnet akışı ve kayıp hazmetme yöntemleri. Minnet akışı yöntemi gerçekliğin bizim tarafımızdan oluşturulduğu ve olumlu hissi istediğimiz zaman yaratabileceğimiz savına dayanıyor. Minnet duyduğunuz ve sizi iyi hissettiren şeyleri düşünün. Buradaki hislere odaklanın. Bu hisle yeni bir minnet yaratmaya çalışın ama yaratmayı sürdürmek yerine o güce odaklanmaya devam edin. Sonunda akışı yönledirebileceğinizi göreceksiniz. Peki ne işimize yarayacak? Buradaki amaç en kötü zamanda bile duygularımızı nasıl yönetebileceğimiz konusunda bize güç verecek ve bu kötü durumdan çıkmamız konusunda bize yardımcı olacak. Bilimsel olarak hipnoz altında zihnin duygu durumunu değiştirebileceğimiz hatta ona istediğimiz halüsinatif görselleri gösterebileceğimiz kanıtlanmıştır. Bizim burda yaptığımız eylemde tam olarak bu. Mutlu bir an yaşamak yerine o anın duygusunu canlandırabiliriz. Karamsar anlarımızı da bu şekilde devre dışı bırakabiliriz. Kayıp hazmetme yönteminde ise kaybetmenin acısını gidermeye odaklanıyor. Gözlerinizi kapatın. Ve bir şeye tutunduğunuzu düşünün. Bu bir ağaç dalı olabilir. Bir duvar olabilir ya da kaybetmekten korktuğunuz bir varlık olabilir. Buradan düştüğünü ve düştüğün şeyin güneş olduğuna odaklan. Güneşe karış. Artık sen bir güneşsin. Ve sadece etrafı aydınlatabilirsin. Verebilirsin, alamazsın. Ve senin gibi sonsuz sayda güneş var. İçinden şunu söylemeye başla ‘Biz her yerdeyiz’. Bu yöntemle amaçladığı şey insanların acılar konusunda yalnız olmadığı ve artık bir yerlere tutunmayı bırakıp tutunulacak dal olmaya başlamamız gerektiği. Almak her ne kadar bizi mutlu etse de vermek kadar tatmin edici değildir. Yaşamda birilerinin sana ihtiyacı olduğu gerçeğine tutun ve onlar için umut ol. Bu sayede olgunlaşır ve daha az acı hissedersin. 

Son olarak ilişkilerin başarısı üzerine de bir şeyler söylemek istiyorum. Buradaki ilişki birini sevebilmektir. Bu sevgi ancak tamamen savunmasız kaldığınızda ortaya çıkar. Zaten ilişkilerin başarısı da savunmasız kalmayı göze alabilmektedir. Kendini gerçekleştirmiş ve kabul etmiş bireyi artık hiçbir güç yıkamaz. Bunu gerçekleştirdiğinizde insanları sevmek daha kolay olacaktır. Birilerini severken bizi en çok korkutan şey onlar tarafından terkedilme ya da umutlarımızın yıkılacağı duygusudur. Eğer birey kendi enerjisini yakalar ve kendine olan inançla bütünlüğünü sağlarsa artık hiçbir şey tarafından üzülemeyeceği için sevmek de kolaylaşacaktır. Bu sayede ilişkilerini de daha verimli hale getirebilecektir. 

Özetle: Hayat size bahşedilmiş en büyük nimettir. Bunun tadını çıkarmaktan asla vazgeçmeyin. Ve hiçbir şeyin sizi durdurmasına izin vermeyin. Daima devam edin. İki alıntı ile konuşmamızı sonlandırıyorum. 

Seneca: “Nefes alıyorsanız umut var demektir.” 

Stutz: “Sersem! Korksanda harekete geç.”

Bunlara ek olarak benim de tavsiyem şudur ki:”Hiçbir şey bizden değerli değildir.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir